TÜRK SİNEMASININ TARİH VE DİN İLE İLİŞKİSİ

TÜRK SİNEMASININ TARİH VE DİN İLE İLİŞKİSİ

XIX. yüzyıl itibari ile kurulmaya başlanan ulus devletlerin kendi tarihlerini adeta yeni baştan yazmaya çalışmaları, tarih yazımı alanında yapılan çalışmalara hız verilmesine ve tarih anlatımında araç olarak kullanılabilecek her yolun değerlendirilmesine neden olmuştur. Fransızların etkisiyle tarih, eğitim aracı olmaya başlamış ve Osmanlı İmparatorluğu’nda Tanzimat’ın sonlarından itibaren yükseköğrenime geçmiştir[1]. Artık okul kitapları yeni baştan yazılmaya başlanmış, edebiyat kendisine yeni bir akım yaratmış ve hayatımıza en son dâhil olan sinema, ulaşabildiği her coğrafyada kendine has diliyle ait olduğu milletin tarihini anlatmaya başlamıştır. Sinemanın ihtiyaç duyduğu konu sıkıntısı da bir anlamda aşılmıştır. Sinema XIX. yüzyılda doğuşundan itibaren daha ilk günlerinde toplumsalı ve siyasalı işlemiştir[2]. Bu nedenle tarih, kısa zamanda sinemanın bol malzeme sağlamaya, adeta yağmalamaya sıvandığı geniş, uçsuz-bucaksız bir alan haline gelmiştir. Tarihsel film, bu nedenle bir sinema türü olarak ortaya çıkmıştır. Ama sinema ve tarih deyince, kuşkusuz çok başka şeyler anlaşılabilir, anlaşılması da gerekir. Tarihe eğilmek, tarihi çözümlemek, bugün artık her toplum için ihmal edilmeyecek bir çaba niteliğini almış bulunuyor. Sinemanın da bunun için ilginç ve etkili bir alan olduğu söylenebilir[3]. Sinema toplumun zihinsel haritasının çıkarılmasına katkı sağlamaktadır. Tarihin içinde gerilere gidildiğinde, ‘bilinen gerçekle’ ‘bilinmeyenler’ arasında bir yarık oluşması kaçınılmazdır. İşte bu yarık sinema sanatı için de yaratım alanı oluşturmaktadır. Sinemacının yaratıcılığını ortaya koyduğu ve yorum getirme özgürlüğünü elde ettiği alan tarihçinin ‘bilinmeyen’ dediği bu alandır[4].
1960’lardan başlayarak tarih çalışmalarında yer edinen kültürel model içerisinde, özellikle yakın dönem tarihyazımı üzerine düşünülmesi anlamlı görünmektedir. Yakın dönem söz konusu edildiğinde, “sürecini tamamlamış tarih” yerine “oluşum halindeki tarih” öne çıkmaktadır ve yakın dönemin tanımının, “tarihçinin yaşadığı dönem” olarak yapılabileceği belirtilmektedir[5]. Bu süreçte, tarih ile diğer sosyal bilimlerin ilgilendiği alanlar, pek çok noktada kesişmektedir. Başlangıçtaki, ulusal-siyasal tarihçilik geleneğinin üzerine yakın dönemde, tarihsel konuların giderek çeşitlendiği görülmektedir[6].
Tarihyazımı konusundaki tür çeşitliliğinin yanı sıra, yeni bir tarihsel anlatım kavramı da belirginleşmektedir. Sözel ve yazılı tarihe ek olarak, gelişen teknolojik olanaklar, görsel tarihyazımı üzerine de düşünme ortamı yaratmıştır. Alanın kavramsal terimi, 1988 yılında Hayden White tarafından, Robert Rossentone‟un “tarihin filmlerde betimlenebileceği” önermesinden hareketle, görsel tarihyazımı (historiophoty)olarak tanımlanır. White‟a göre tarihyazımı, “yazılı söylem ve sözel olarak tarih sunumu” iken; görsel tarihyazımı, “filmsel söylem ve görsel olarak tarihin sunumu”dur. Fotoğraf, sinema ve video verileri yazılı bir belge gibi okunabilir. İlerleyen yıllarda, White‟ın görsel tarihyazımı kavramına, tarihsel film çalışmalarında başvurulmuştur[7]. Tarihi sinemacılar sözcüklerle değil görüntülerle yazar, dramatik tarihyazımı dramatik tarih filmi gibi teknik bir yaklaşım söz konusudur. Bu yaklaşımla sinemanın XX. yüzyılın tarih türlerinden biri olarak ele alınabileceğinin savunması yürütülür. Zamane soruları sorarak ilerlemeye çalışır tarihçiler. Büyük anlatı, küçük anlatı, mikrotarih gibi tarih araştırma ve yazma yöntemlerinden biri olarak sinema da eklenir tarih türleri arasına. Böyle olunca filmlerin bilinçli bir tarih filmi olması, bilmeden kendi dönemini yansıtan dolayısıyla bir tarih araştırması için sonradan malzeme olarak önem kazanan filmler arasındaki ayrım önem kazanır[8].
 “Film, gerçeğin görüntüsü olsun ya da olmasın, ister belge ya da kurmaca, isterse gerçek ya da tümden düşünsel entrika olsun, tarihtir; postulatımız da şu: cereyan etmemiş olan şey (ve neden olmasın, aynı şekilde cereyan etmiş olan şey de), insanın inançları, niyetleri, imgeseli, en az tarih kadar tarihtir.” diyerek anlatmaktadır Marc Ferro tarihi ve sinema ile ilişkisini ve devam eder “…Bir film, bir olaydan, biranekdottan, bir kurmaca anlatıdan, sansürden geçmiş enformasyonlardan, bu kışın modası ile bu yazın ölülerini aynı düzeye yerleştiren bir güncellikten başka nedir ki? Yeni tarih çalışmaları sinemayla ilgili bu olgularla ne yapabilir ki? Egemen ideoloji sinemayı bir ‘rüya fabrikası’ haline getirmemiş midir? Batı’da devasa sanayi, Doğu’daysa her şeyi denetleyen devlet, gerçeğin hangi sözde görüntüsünü sunmaktadır? Sinema gerçekten de, hangi gerçeklerin görüntüsüdür[9]?”Çok geniş kitlelere ulaşan ve geniş kitleleri manipüle edebilme özelliğine sahip olan sinema için Troçki ise 1923 yılında şunları yazmıştır: “Sinema, kendisini kendiliğinden dayatan bir araçtır, en iyi propaganda aracıdır[10].” I. Dünya Savaşı sonrasında çekilmeye başlayan filmlerde propaganda amacı güdülmüş ve seyirciyi etkileyebilmek için tarihî konulu filmlerin de çekimine başlanmıştır. Böylece bir taraftan tarihi belli bir yöntemle ele alınan, yorumlanan tarihsel filmler, açıklanması gereken bir olgu haline gelirken, bir taraftan da ideolojiyi yayma aracı olmuştur[11]. Toplumdaki baskın ideoloji filmlerde sunulan idioloji ile daha da güçlenir, kendini gösterir[12].
Sinema ve onun işlevi üzerine eserler vermiş kuramcılardan Fargie, sinemanın önemli politik bir işlevi olduğunu düşünmekte ve sinemanın ideolojik etkinliğini iki noktada toparlamaktadır. İlk nokta; sinema var olan ideolojileri temsil ederek bunların yaygınlaşmasını sağlarken, ikinci nokta; kendine özgü bir ideoloji olarak gerçeğin izlenimini beyazperdede yansıtmak üzerine oluşmuştur. Fargie’ye göre sinema-ideoloji arasındaki ilişkiyi iki kesin olgu açığa çıkarmaktadır: “tanıma olgusu” ve “gizemcilik”. Seyirci beyazperdede kendini tanır. Böylece seyirci sinema ile özdeşleşme fırsatı bulsa da “gizemcilik” olgusu seyircinin ne kadar sinema ile özdeşleşse de kendini tanımasına fırsat vermez[13]. Jean Patrick Lebel ise kamerayı ideolojik bir aygıt olarak gören yaklaşıma karşı çıkmakla beraber, sinemanın ideolojik olarak kullanılabileceğini kabul eder ve sinemanın ideolojik boyutunun filmin seyirciye ulaştığı anda doğduğunu söyler[14].
Tarih konulu filmler, toplumların yaşam biçimlerini, değer yargılarını yaşadıkları mekânları, döneme ait tüm görsel öğeleri, hatta zamanın ve mekânın ruhunu, o toplumun içinden çıkan yaratıcıların gözüyle saptayarak çağımızda bir çeşit tarih yazıcığı yapmaktadır[15]. Ferro, Rosenstone, Walowitz, Carnes gibi tarihçiler günümüzde tarih yazımında, belge görüntüler kadar, tarih konulu filmler üzerinden de hareket etmenin gerekliliğinden bahsetmektedir[16]. Çünkü tarih konulu filmler çekildikleri dönemin sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel portresini yansıttıkları gibi tarihin belli dönemlerinin farklı zaman kesitlerinde nasıl algılandığı ve yorumlandığı hakkında da ipuçları verebilir[17].
Sinema ortak (kolektif) bilinci oluşturmada ve yaymada en etkin alanlardan biridir. Bu nedenle, belli bir toplumda, belli bir dönemde ortak ve giderek toplumsal bir bilincin oluşmasında en önemli işlevi görür. Sinema ortak bir bilinç oluştururken bunu iki aşamada yapar. Öncelikle toplumda egemen olan, toplumun o dönemdeki ekonomik, toplumsal, kültürel oluşumundan kaynaklanan bir dizi veriden, simgeden, işaretten yola çıkar. Tüm bu veri, simge, işaretler dizgesinin ve bütününün, o toplumda egemen olan ideolojiden kaynaklandığını ve ideolojiyi yansıttığı ortadadır. Ama bu var olan değerlerden yola çıkan sinema, tüm bu değerleri kendi potasında yoğurur, biçimlendirir, yeni bir karışım halinde geniş yığınlara sunar. Böylece belli bir ortak bilincin biçimlenmesinde, somutlaşmasında, etkinliğini toplum ölçüsünde sürdürmesinde önemli bir işlev yüklenir. Bu duruma gelmesinde burjuva ideolojisinin bir silahı olarak görülmesi yatmaktadır. Bu yaklaşım çerçevesinde sinemanın tarihe eğilmesinin önemi açıktır. Zira tarih, bir toplumda, ister ulusal, ister sınıfsal bir yaklaşımla ele alınsın, ortak bilinci oluşturmada, pekiştirmede, sürdürmede en önemli öğelerden biridir[18].
Geçmişe dair ortak hikâyeler ulusal kimliğin ortaya çıkışında da pay sahibi olmuş ve kuşaklardan kuşağa çeşitli biçimlerde aktarılmıştır. Sinema da diğer türler gibi böylesi bir işlevi üstlenmiştir. Toplumsal yapı ve geçmiş sinema ürünlerini şekillendirdiği gibi, sinema da ortak bir tarih anlayışında –toplumun bütün kesimlerince onaylanıyor olmasa da- buluşmasına katkıda bulunmuştur. Bu nedenle de zaman zaman, farklı ideolojik yaklaşımların ve siyasetin aracı olmaktan kurtulamamıştır. Sinemanın, hem muhalif duruşu hem de düzeni pekiştiren duruşu, sinema için “egemen sınıfın düşüncelerinin aktarılmasının bir aracı olduğu kadar, muhalif olanların muhalifliklerini ifade ettikleri önemli bir araç[19]” olarak adlandırılması, içinde bulunduğumuz çıkmazlarda sinema aracılığı ile bir tarihin oluşturulmasını zorunlu kılmaktadır. Althusser’in İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları adlı eserinde de bahsettiği üzere, sinemanın da okul, din, sendika, hukuk, siyaset, aile, kültür gibi devletin ideolojisini yayma gibi bir görevi vardır[20].
Tarihî konulu filmler, geçmişteki olayları, olguları, kişileri ele almakla kalmayıp, ister istemez çekildikleri zamanın ve ülkenin şartlarını, değer yargılarını, düşünsel özelliklerini ve elbette yaratıcılarının yorumlarını yansıtmışlardır. Bunun da ötesinde geçmişle yaşanan gün arasında bağ kurmak, ağır sansür mekanizmasının işlediği ülkelerde sakıncalı olmadan fikir beyan etmek, geçmişi eleştirirken yaşanan güne dair eleştiriler getirebilmek için önemli bir kanal olmuştur. Yönetmenler, yaşadıkları güne ilişkin görüşlerini, iktidarın bakış açısıyla yönlendirilen ya da yorumlanan sansür tüzüklerince sınırlanmaksızın ortaya koyabilmek için tarihteki benzer bir meseleyi sinemaya aktarma yoluna gitmişlerdir[21]. Kitlelerin düşüncelerini manipüle edebilme gücüne sahip olan sinema, psikolojik savaşlarda etkin bir yöntem olarak da görülmüş ve savaşlar sırasında bizzat devletler tarafından finanse edilmiştir. Nitekim sinema asla tek başına salt bir hayal dünyası ve sanallık değildir. Sinema toplumdur, sinema politikadır, sinema ideolojik bir aygıttır[22].
Tarihî-kültürel kimlikle, resmi-ulusal kimliğin her zaman uyumlu ya da özdeş değildir. Aynı şekilde, bunun nasıl bir bunalıma yol açtığını “bu tür farklar, kişi ve grupları, devlet gücüne veya sosyal baskıya karşı direnmeye, resmi ideolojilerin aracı olan tarih verilerinin değiştirilmesine, yeniden yazılıp yorumlanmasına yol açıyor. ‘Kimlik bunalımı’ adı verilen çatışma böyle başlıyor[23].”
“Üyesi olduğu toplum, vatandaşı olduğu devlet, kişiden yalnız yasalara uymasını, ülke çıkarlarına hizmet etmesini istemekle yetinmiyor; ülkenin resmi tarihine, ülküsüne, mitoslarına inanmasını, resmi kimliğini üniforma gibi, övünçle, inançla ve sorgu sualsiz taşımasını bekliyor[24].” Oysa resmi tarihe sorulacak pek çok soru var. Rasyonaliteye takılan bu soruların ise cevapları ya çok zor ya da (belki de en kötüsü) hiç yoktur. Her nerede karşımıza rasyonalite çıkacak olursa “büyüye” başvurulur: bu büyü milliyetçiliktir. “Milliyetçiliğin teorik zayıflığına rağmen kitlelerle kurduğu sıkı bağı, rasyonel önermelerindeki basitliği kadar yarattığı duygusal geriliminden ve kesinliğinden gelir”. Milliyetçilik resmi tarihin joker kartıdır adeta. “Milliyetçi söylem muhataplarına ‘anlatmaz’, onları ‘büyülemeyi’ esas alır[25].” Milliyetçilik ise ötekinin üzerinden yapılan bir kimlik tanımı olarak karşımıza çıkar. “Kim olduğumuzun ve varlığımızın bilincine, kimlere karşı olduğumuzun bilgisi ve yardımıyla varırız[26].” Ötekinin varlığı biraz yukarıda bahsedilen “kimlik bunalımı” için hızlı ve kesin bir çözümdür. Bu sayede fertler “hemen yanı başında, kendi Ego’sunu (Ben’liğini) tanımlayacağı ötekini buluyor. Bu noktada kostümlü avantür sineması öteki ihtiyacını fark eden ve bu ihtiyacı doyasıya karşılayan bir sinemadır. Türk ‘ün ne olduğunu genelde onun anti tezini izleyerek öğrendiğimiz bir sinemadır.
Sinemanın tarihe yaklaşmasının önemi de burada belirginleşir. Çünkü bahsettiğimiz bu ortak simgeleri, işaretleri yakalama ve üretme, ortak bilinç oluşturma gücüyle bir topluma, kendi tarihi üstüne en etkili yaklaşımı sunabilir. Tarihi kendine özgü gücüyle ele alıp işleyerek ve etkin bir sinema diliyle yoğurarak yarattığı görünüm, o toplumun yalnızca kendi tarihini kavramasında etken olmakla kalmaz, bu yoldan topluma getirdiği bilinç ve kendi tarihiyle hesaplaşma olanağı, o toplumun çağdaş ve güncel kültürel seçimleri üstünde de önemli bir rol oynar. Sinema aynı zamanda kişinin tarihe yönelik hatırlarında önemli bir yere sahiptir. Sinema geniş kitlelere seslenen bir sanat dalı olduğu gibi inandırıcı olma özelliğine de sahiptir. Hatta bazı tarihçilere göre, sinemanın tarihe karşı sorumluluğu vardır. Günümüzde tarih konusundaki bilgilenmenin sinema aracılığıyla oluşu bu sorumluluğu daha da arttırmaktadır. Bu görüşe göre sinemacılar nesnel ve bilimsel tarihî gerçeklerden diledikleri gibi kopamazlar ya da bilinen tarihî gerçekleri saptıramazlar. Bu tarz bir anlayışla yola çıkarsak; tarihiyle, sinema aracılığıyla hesaplaşmamış bir toplum, yüksek ve çağdaş bir kültür düzeyine kolay erişemez. Çünkü böyle bir toplum, tarihiyle hesaplaşmayı sinema gibi yaygın bir sanat aracılığıyla tüm toplumun önünde ve toplum çapında yapacak yüreklilikten veya bilinçten yoksun demektir[27].
Türkiye’de sinema filmleri yapılmaya başladıktan çok kısa bir süre sonra, filmlerde dinî öğeler görülmeye başlanmış ve buna paralel olarak dindar kesimde sinemaya yönelik bir ilgi gelişmiştir[28]. 1950 yılında iktidara gelen yeni siyasal iktidarın inanç alanını kapsayan ödünleri, kısa bir süre sonra sinemaya da yansımada gecikmemiştir. Kimi filmler; konuyla uzak yakın bağlantısı olmayan dinî öğeleri (ezan, mevlit, türbe ziyareti vs. gibi) gelişigüzel kullanmaya başlanmıştır. Uzun ve konulu filmlerde değil ama kısa, belgesel filmlerle hac ve benzeri konular özellikle kırsal kesimlerdeki insanlar üzerinde istismar edilircesine yaygınlaşmıştır.  Dinî tecimsel amaçlarına alet eden kimi kişiler, bu tür filmlerin gösterildiği sinemalarda gül suyu dağıtarak, filmlerin birkaç kez izlenmesinin sevap olacağını yayarak bu istismarın sınırlarını olabildiğince genişletmekten geri kalmamışlardır[29]. Bu yıllardan itibaren, din sinema ilişkileri bakımından önemli konulardan biri olan, filmlerde cinsellik unsurunun kullanımı konusunda da önemli gelişmeler olmuştur. Öngören, 1950 yılından sonra Türk sinemasında, yabancı filmlerden esinlenerek fahişeler, harem görüntüleri, banyo sahneleri, tarihsel filmlerde cariyeler -çıplak esir kadınlar- havuzda yıkanan çıplaklar ya da çıplak göğüslü kızlar, arkasından tecavüz sahneleri, deniz ve göl sahneleri, oryantal dansözler ve pavyon sahnelerindeki çıplaklık gibi cinsellik unsurlarının daha fazla kullanıldığını belirtmiştir[30].
Adalet Partisi hükümetinin siyasal çizgisine uygun olarak 1965’te dinî filmler dönemi başlamıştır. “Milli Sinema” olarak adlandırılan bu filmler, İslâmî değerlerin toplum ve birey hayatındaki yerini ve önemini vurgulamayı amaçlamışlardır. Ayrıca bu tür filmler, sinemaya gitme alışkanlığı olmayan muhafazakâr kesimin de sinemaya gitmesini sağlamıştır. 1965 öncesinde dinî konulu filmlerin çekilemeyişinin sebebi olarak, sinemamızın yetersiz yapım koşulları, eksik bütçeleri, din konularının üzerinde ittifak oluşmamış bir alan olmasını ve çağdaş din düşünürlerinin sinemayla ilgilenmeyi kabul etmemeleri söylenebilir[31]. Sinema din ilişkisinin sinemaya yansıyan ürünlerinin sağlıksız, yetersiz ve eksik bilgilerle sinemalaştırıldığını savunan bazı sinema yazarları, dinin sinemada ele alınmasının bazı sakıncaları olduğunu ifade etmişlerdir. Özgüç, bir yazısında, “…sinema ile dinî konuların, İslâmi değerlerin sinema sanatıyla uzlaştırılması çok zordur. Yani her iki ucu keskin bir bıçak gibidir. Beyazperdeye yansıyan gerçekler de çarpıklıklar kadar insanı rahatsız edebilir.”[32] diyerek bu konudaki çekincelerini dile getirmiştir. Aynı zamanda Türk sinemasında bir furya halinde oluşturulan dinsel filmler, kutsal kitaplarda yer alan hikâyeler, kişiler, peygamberler, din büyükleri gibi geniş halk kitlelerinin ilgisini çekmek için genellikle Hollywood film kalıpları içerisinde yansıtılmıştır[33].
Dinsel filmleri, Türk sinemasının o dönemlerde içinde bulunduğu büyük bunalım karşısında ne yapacaklarını şaşıran sinemacıların başvurduğu ―din ticareti‖ olarak tanımlayan Özön, bu tür filmlerin bazı açılardan yapımcılara avantaj sağladığını örneklerle ifade etmektedir[34]. Öncelikle Anadolu insanının hassas dinî duygularının menfaate çevrilmesi yoluyla bir pazar oluşturmak söz konusudur. Şöyle ki, derme çatma dekorlar, uydurma giysiler, özensiz derlenmiş figüranlarla son derece ilkel biçimde gerçekleştirilen bu filmlerin maliyetleri oldukça düşüktür. Çünkü aynı dekor, giysi ve oyuncularla aynı tarz filmler çekmek mümkündür. Ayrıca konu sıkıntısı da ―Kısas-ı Enbiyalardan birçok senaryo çıkarmakla aşılmıştır[35]. Bu durumdan istifade etmek isteyen bazı yapımcılar da bu tür filmlerin ilgi görmesi üzerine Mekke, Bağdat ve Şam‘daki kutsal mekânların görüntüleri ile İstanbul cami ve türbeleri, Konya Mevlana Müzesi ve Şanlıurfa Halil İbrahim camisi görüntülerini birleştirerek meydana getirdikleri filmlerde Kâbe sahneleri kullanarak diğer Müslüman ülkelere satma başarısı da göstermişlerdir[36].
Ticari açıdan özellikle seyircilerin dinî duygularından istifade etmeyi amaçlayan bu tür filmler, ―dinî filmler olarak tanımlansa da aslında milliyetçilik vurgulu diğer tarihi filmlerle benzerlik göstermektedirler. Çünkü hikâyelerin, inanan Müslüman iyilerle inanmayan kâfir kötüler arasında kurgulanması sebebiyle kişilikler ve olaylar İslâm tarihinin fantazyaya dönüştüğü arkaik bir sinema dünyasından seslenen mitolojik kahramanlara dönüşmektedir. Olayların duygu ve gerçeklikten uzaklaştırılmış masalsılaştırılan bir dille aktarılması, dinin tecrübe edilen günlük hayatla ilişkisinin bulunmadığı dünya tasavvuruyla eski zamanlara ait bir gelenekle özdeşleştirilmesine yol açmaktadır. Dolayısıyla hayat içerisinde insanların karşılaşabileceği sorunlara pratik çözümler üretmeyen menkıbe işlevi gören dinsel filmler, Türk ve Müslüman olmanın erdemlerini hatırlatan ama gündelik İslâmi hayat tasavvurları ve meselelerinden yoksun bir yapıda ortaya çıkmaktadır[37].
Dinsel (hazretli) film türlerinde senaryolar tamamen tarihsel karizmatik dinî şahsiyetler üzerine kurgulanmaktadır. Bu durum dinsel bir öykünün, toplum tarafından kabul görmüş dinî bir şahsiyetin hayatı bağlamında anlatılmasının kolaylığı yanında sinema sektörünün oluşturduğu film kahramanları yoluyla canlılığını devam ettirmesiyle de ilişkilendirilebilir[38]. Olay örgüsünün belirli bir düzen ve yapı içerisinde düzenlenmesi ve inşa edilmesi (klasik anlatı formu), karakterlerin gerçekçi olup olmadıkları ve temsil ettikleri değerler (karakter), olaylara nesnel bir bakış açısıyla yaklaşılması, anlatılan dönemin gündelik hayata ait görüntülerin inandırıcılığı (mizansen), sahnenin filme alındığı gerçek ya da inşa edilmiş dekorlar, karakterlerin giydiği elbiseler (kostüm) gibi temel sinemasal özelliklerin yokluğu veya eksikliği dinî filmlerin etkinliğini azaltan hususlar olarak sıralanabilir. Bu temel özelliklerinden yoksun olması itibariyle dinsel filmler “din sömürüsü” vasfıyla ön plana çıkmışlardır.
Türk sinema tarihindeki ilk dinsel çağrışımlı film, Hicri Akbaşlı tarafından 1956 yılında yapılan “Âşıklar Kâbesi Mevlana” adlı filmdir. Film, dinsel temalardan çok Mevlana’nın yaşam öyküsü üzerine kurulmuştur. Bu filmden sonra yapılan dinî filmler de, hep aynı çizgiyi izlemiş, dinsel temalardan çok, dinsel kişilik-kahramanlar odak noktası olmuştur[39].
Hazretli Filmler Akımı; dindar kesimin, cahil, zalim, yobaz din adamı ve dindar tiplemeleriyle dolu olan filmlerin dine karşı çekildiğini düşünmesi neticesinde uzaklaştığı sinemaya, tekrar gelmesinin nedenleri ve nasılları soru ve düşünceleri ile oluşmaya başlayan bir akımdır. Türk sinemasında 1950’lerin ortalarında başlayarak 1970’lere kadar devam eden ve çeşitli dinî karakterlerin filmlere konu edildiğinden dolayı akım, Hazretli Filmler Akımı olarak anılan bu sinema akımı, Türk sinemasının din ile ilişkisi bakımından önemli bir dönemdir. Bu akım sayesinde dindar kesim, önceki dönemlere göre daha yoğun bir ilgi göstermeye başlamıştır[40].
Hazretli Filmler Akımı; dindar kesimin, cahil, zalim, yobaz din adamı ve dindar tiplemeleriyle dolu olan filmlerin dine karşı çekildiğini düşünmesi neticesinde uzaklaştığı sinemaya, tekrar gelmesinin nedenleri ve nasılları soru ve düşünceleri ile oluşmaya başlayan bir akımdır. Türk sinemasında 1950’lerin ortalarında başlayarak 1970’lere kadar devam eden ve çeşitli dinî karakterlerin filmlere konu edildiğinden dolayı akım, Hazretli Filmler Akımı olarak anılan bu sinema akımı, Türk sinemasının din ile ilişkisi bakımından önemli bir dönemdir. Bu akım sayesinde dindar kesim, önceki dönemlere göre daha yoğun bir ilgi göstermeye başlamıştır[41].
1960’larda ekonomik sorunlar nedeniyle maliyeti oldukça düşük seks filmlerine yönelen Türk sineması, aile seyircisini kaybetmiştir. Sinemadan uzak kalan aile seyircisini geri kazanabilmek için başlatılan ve bir ticari akım olarak da niteleyebileceğimiz Hazretli Filmler Akımı, İslâmi konularda pek çok hata yapmasına rağmen halk tarafından ilgi görmeyi başarmıştır[42].
Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Veli ve Mevlana gibi Anadolu topraklarının Müslümanlaşmasında büyük rol oynayan tarihi sufi kişilikler ile Rabiatü’l Adeviyye ve Veysel Karani gibi İslâm toplumunun ilk dönemlerinde mistik hayatı tercih eden tasavvufi şahsiyetlerin ilk sırada yer alması dikkat çekmektedir. Yunus Emre ve Hacı Bektaş-ı Veli gibi tarihi dinî kişilikler, menkıbe ve efsaneler yoluyla folklorik bir öğe olarak temsil edilmişlerdir[43]. Kuruluşundan 1960‘lı yıllara kadar sinema perdelerinde ―film yıldızlarını seyretmeye alışkın ortalama sinema müdavimleri dışında kalan ve dinî hassasiyetleri dolayısıyla sinemaya mesafeli yaklaşan potansiyel Türk seyircisi, zikredilen sembolik anlama sahip kişilikleri coşku ve heyecanla seyretmiştir[44].
Hz. Yusuf, Hz. İbrahim, Hz. Yahya, Hz. Eyüp ve Hz. Süleyman gibi peygamberlerin hayatları da film yapımcılarının rağbet ettiği konular arasında ikinci sırada yer almaktadır. Özellikle bahsedilen peygamberlerin hayatlarının (bazılarının birkaç defa) tercih edilmesinin sebepleri, Yeşilçam film şablonuna aşina Türk sinema seyircisinin melodramik öğeler içeren filmlere (üstelik dinî temalı) daha çok teveccüh göstermesinden kaynaklanabilmektedir. Mesela Hz. Yusuf’un hayatının 3 defa filme çekilmesi, hayat hikâyesinin klasik Yeşilçam üslubuna uygun pek çok unsur barındırmasıyla ilgilidir. Şöyle ki, Hz. Yusuf’un kardeşleri tarafından dışlanarak kuyuya atılması sebebiyle babasının kör olması, köle olarak varlıklı bir kimseye satılması ve zindanda haksız yere yıllarca kalması gibi dramatik unsurlar; Züleyha‘nın kendisine duyduğu sınırsız sevgiye Hz. Yusuf‘un karşılık vermemesi sonucu ortaya çıkan imkânsız aşk olgusu ve nihayetinde adaletin tecellisiyle kardeşlerine ve babasına kavuşarak yaşadığı ülkenin üst düzey yöneticisi konumuna yükselerek mutlu bir sonla hikâyenin tamamlanması Türk seyircisi açısından zengin malzemeler içermektedir. Kısacası acı, ızdırap, melankolik aşk, imkânsız tesadüfler, adalet ve gösterilen sabır sonucu dünya nimetleriyle ödüllendirilme, Hz. Yusuf kıssası özelinden diğer peygamberlerin hayatlarında da bulunması sebebiyle yapımcıların dikkatini çekmiştir[45].
Yine Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ali, Bilal-i Habeşi ve Hz. Ayşe gibi Hz. Peygamberin ashabı ve eşleri de film senaryolarında başvurulan kaynak kişiler arasında yer almaktadır. Özellikle Hz. Ömer‘in hayatının 3 defa filme çekilmesi, kendisiyle özdeşleştirilen adalet duygusunun 1960‘lı yıllardaki Türk toplumunun bütün kesimlerinde bulduğu karşılığın göstergesi olarak yorumlanabilir. Bu hassasiyet adalet düşüncesinin hakkıyla yerleşmemesinden kaynaklanan sosyal düzensizliğe bir tepki olarak değerlendirilebileceği gibi dönemin popüler siyasal ortamında muhafazakâr-dindar insanların yöneldiği siyasi bir oluşumun ticari kazanca dönüştürülme fırsatı olarak da değerlendirilebilir.
Yine 80’lerdeki muhafazakâr eğilimin yansıması sonucu 1990’lardaki sinemada dinî filmler hız kazandılar. Dinî duyguları yoğun karakterlerin işlendiği yanı sıra Atatürk Devrimlerini ve Türkiye Cumhuriyetini hedef alan filmlere de rastlamaya başlarız. Bu dönemde hidayete ermenin, din birliğinin ve dinî çatının, milliyetçi söylemin önüne geçmeye başladığını görüyoruz. Refah partisinin gücüyle doğru orantılı olarak sinemadaki İslâmî dalganın yükselip alçaldığını söylemek mümkündür[46].
Bazı sinema eleştirmenleri tarafından “bağımsız sinema” olarak tanımlanan bu dönemde, Eurimages’in desteği, yabancı yapım firmalarının ortaklığı ile ya da masrafları sponsorlar tarafından karşılanarak her yıl birkaç film yapılmıştır. Ele alınan konular: Kadın, çocuk, tarihsel, politik, aşk, komedi olmuştur. “Beyaz Sinema” olarak adlandırılan İslâmî filmler de bu dönemde dikkati çeken diğer bir konudur. Bu tür filmlerin çekimleri özellikle Refah Partisi’nin iktidarda olduğu dönemde yoğunlaşmıştır[47].
Giderek tırmanan İslâmî hareketlerin etkisiyle gelişen “Beyaz Sinema”, tarihsel filmlerin parodisinin yapıldığı eleştirel bir tutum izlendiği dönemde, bu oluşumların tam karşı kutbundan, fakat yine eleştirel bir biçimde tarihe yaklaşmaktadır. 1980’li yılların ortalarından başlayarak 90’larda giderek artan “türban” tartışmalarına paralel olarak, İslâmî çevre düşüncelerini yaygın bir biçimde dile getirebilmek için sinema sektörünü seçmiştir. Sinema aracılığı ile tarihteki olay ve olguları günümüzle bağdaştırma ve politik bir söylem geliştirme çabalarını 28 Şubat (1999) kararlarına kadar sürdürmüşlerdir. Günümüzde İslâmî kesimin görüşlerini savunabildikleri özel televizyon kanalları mevcuttur; bu kanallarda yayınlanan sinema filmleri 1990’ların başında sinemaya yüklenen işlevi yürütmektedir[48].
“Hazretli Filmler” akımı daha çok ticari amaçlarla olmak üzere, beyaz perdenin en fazla itibar ettiği unsur haline gelmiştir. Hazretli filmlerle sinemaya daha çok yaklaşan dindar seyirci, filmlerin dinî anlayış ve uygulamaları yansıtmadaki yetersizlikleri nedeniyle tam olarak tatmin olamamıştır. Daha sonra ortaya çıkan Milli sinema akımı ise, din öğesini, dinî-politik-ideolojik bir bağlamda ele almış ve dindar çevreden önemli bir seyirci desteği almıştır[49] ancak bu akım çerçevesinde çekilen filmlerin senaryolarında, çekimlerinde ve oyuncu performansında ciddi problemler vardır. Senaristinden ışıkçısına, yönetmeninden oyuncusuna kadar her şeyiyle Yeşilçam altyapısını kullanan bu ‘hazretli’ filmler furyası, inandırıcılıktan ve sanattan fersah fersah uzaktır. Bu filmlerde, birçok şeyin aksadığı görülür. Tarihsel gerçekler, nedensel ilişkileri iyi örülmediği için, kurmaca bir dünya seklinde karsımıza çıkar. Örneğin, bir mucizenin zaten akli melekelerle algılanması imkânsızken, filmlerde görülen bu anlatımsal ilkellikle, sonuç büsbütün trajikomik bir hale dönüşmektedir[50].
Sinemanın ‘tarih öğretmek’ gibi bir sorumluluğu olmamalıdır. Ancak, çağımızda ortak tarih bilincinin oluşmasında en önemli güçlerden biri olan sinemanın doğru ve gerçek olandan sapmaması büyük bir önem taşımaktadır. Bu açıdan Yeşilçam dönemi popüler Türk filmlerinde tarihsel süreçleri ve gerçekleri aramak hiç kuşkusuz boşunadır. Aranılan ve izleyiciye sunulmak istenilen şey bunlar değildir. Yapılan şey aslında tarihe dayalı bir sinema bile değildir, kabaca çizilen bir dönem içine yerleştirilmiş ‘macera’dır yalnızca[51].
1920 ve 1930’lu yıllarda Türk çizgi dünyasına önemli katkılardan birini Abdullah Ziya Kozanoğlu yapmıştır. Kozanoğlu’nun Kızıltuğ ve Kaan adlı hikâyeleri, 1960’lı yıllarda çizgi romanın ülke genelinde yaşayacağı patlamanın öncüleridir. Hem Kozanoğlu hem de Burak dönemin siyasal ve kültürel koşulları çerçevesinde hikâyelerinde ve çizimlerinde İslâmî söylemlere ve ögelere yer vermemiş ve öz Türkçe kelimeleri kullanmışlardır[52].
Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun yazdığı Kızıltuğ 1952 yılında Aydın Arakon tarafından Genelkurmay Başkanlığı’nın desteği ile çekilmiştir[53]. Türkçülük-Turancılık akımının etkili olduğu bir dönemde çekilmiş olan filmde; Cengiz Han döneminde tüm Asya’yı kasıp kavuran Otsukarcı adlı bir cengâverin kahramanlık öyküsü anlatılmıştır. Dans koreografileri ve yaratılan masal atmosferi içinde geçen filmin kahramanı adsız bir âdemoğlu olarak tasvir edilen yurdunu terk etmiş, bileği sağlam, yüreği temiz, korkusuz ve yiğit bir savaşçıdır, Moğol hükümdarı Temuçin’i ölümden kurtarır ancak Cengiz Han’ın “Türk ulusunun yükselmesi için çalışman erkekliğine yaraşır, başıboş dolaşmaktan zorun ne? İşte obamız, bileğin sağlam, yüreğin temiz ve korkusuz, tez çağda nam salarsın işte kucağım gel.” teklifini kabul etmez. İktidar, şan, şöhret, para pul umurunda değildir. Kendi değerleri iktidarla uyuşmaz ve uyum sağlamaya çalışmayarak kendi yoluna gider[54]. Yine aynı yazarın Malkoçoğlu adlı romanı Süreyya Duru, Remzi Jöntürk gibi yönetmenler tarafından uyarlanmıştır. Bu filmlerde işlenen milliyetçilik, yurtseverlik manasında olmayıp, Türkçü görüşün uzantısı şeklindedir. Bu durumu etkileyen önemli nedenlerden biri de 1940’lı yılların tüm dünyada milliyetçilik düşüncesinin ırkçı bir görünüm kazandığı yıllar olmasıdır[55]. 1960’lı yıllarda çizgi romanların yaygınlaşması ve çok tutulması ile de Tarkan, Kara Murat, Karaoğlan ve Battal Gazi gibi karakterlerin kahramanlıklarını konu alan bir seri film çekilmiştir[56]. Fantastik öğelerin ağırlıklı olduğu bu filmlerde, kahraman; mücadeleci, haktan yana, ezilen ve güçsüz olanın koruyucusu, fiziksel gücü düşmanlardan üstün olan, cinsel cazibeye sahip olan kişilikler olarak çizilmiştir. Kahramanlar bu yapıları ile efsaneleşmiştir. Adalet için savaş, intikam, inandığı uğruna canını vermek, din kardeşliği filmlerin ana teması olmuştur. Kahramanlar tüm zaaflarından ve kusurlarından süzülmüş kişilerdir. Halk, bu noktada tam da istediği kahramanları yaratmıştır[57]. Yeşilçam’ın tarihî kahramanları uzun bir liste oluştursa da yaşadıkları maceralar pek değişmeyen şablonlara dayanır, rastlantılar ve abartılarla beslenir. Bu kahramanlardan kimi bir dizi yaratırken kimi de tek bir filmden sonra ortadan kaybolmaktadır[58].
Pertev Naili Boratav’ın belirttiği gibi her ne kadar halk kendi kahramanlarını seçmiş olsa da, filmlerdeki karakterlerin ve bu yapının oluşmasında, hükümetlerin yaygınlaştırmaya çalıştığı ideolojiyle halkın beklentileri arasında da karşılıklı bir etkileşim vardır. Bu nedenle bu filmlere, çoğunlukla gülüp geçilen abartılı döğüş sahnelerini ya da gerçek dışı kahramanlıkları eleştirmek için değil, bilinçli ya da bilinçsiz olarak yaydığı temel ideoloji açısından bakılmalıdır. Kahramanlıkların, aşk hikâyelerinin, intikamların yoğun olarak işlendiği filmler aslında herhangi bir tarih teziyle ortaya çıkmasalar da, belli bir tarih anlayışını kitlelerin bilinçaltına yerleştirmektedir. Bu tarih anlayışı Türklerin yiğitliği, cengâverliği, mertliği üzerine kurulmuş ve yüzeysel bir milliyetçilik anlayışıyla sınırlı kalmıştır[59]. Agâh Özgüç’e göre tarihsel filmlerin çoğunda, Türk tarihinin ünlü simaları uyduruk ve gülünç kostümlerle gülünç duruma düşürülmüş, hiçbir belgeye dayanmadan, araştırılmadan perdeye aktarılmıştır[60]. Tarihsel filmlerin en belirgin zaaflarından biri de sahnelerin başarısızlığı, yeterince insan kalabalıklarının oluşturulmamasından kaynaklanmaktadır[61]. Tarihsel film türündeki başarısızlığın en büyük nedeni ise; olayların katı bir biçimde ele alınması, tarihsel kişilere ve onların çevresindekilere insancıl bir yaklaşımın olmayışı, şovenizm ve boş nedenlere dayalı bir yüceltme çabası ile ortaya kuru, yapay hatta yer yer gülünç sahneler çıkmış olmasıdır[62].
Tarihimizi, dolayısıyla kimliğimizi nasıl çizdiğimiz birebir nasıl bir kimlik edinmek istediğimizle bağlantılıdır. Dolayısıyla halka dayanan, halkın belirlediği konu ve seçtiği kahramanlar doğrultusunda çekilen filmlerde çizilen Türk tarihî ve kimliği, önemli ölçüde Türk halkının kendini algılamak ve görmek istediği biçimdedir. Seçilen konularda ve kahramanların karakterlerinin belirlenmesinde etkili olan bir diğer etken ise siyasi otoritedir. Yani Türk sinemasının tarihe bakışında idari-siyasi otorite tarafından bilinçaltına yerleştirilmeye çalışılan Türk kimliği ve tarihî ile halkın beklentileri arasında karşılıklı bir etkileşim söz konusudur. Bu karşılıklı etkileşim çerçevesinde üretilen tarihî konulu filmlerin tamamı Türk kimliğinin parçalarını oluşturur[63].
Türkiye’nin en temel sosyal ve siyasal problemlerinin diğer sinema ürünlerine oranla daha çok tarihî konulu filmlere yansıdığı saptanmıştır. 1964 yılında furya olarak başlayan ve 1974 yılına kadar bir devamlılık arz eden söz konusu filmlerin, Türkiye siyasi ve askerî tarihinde önemli bir döneme denk gelir. Rum milislerin Ada Türklerine saldırılarını engellemek ve Türkiye’nin güney kıyılarında güvenliği sağlamakla sınırlı olan askerî operasyonlar sırasında, hükümetin MSP kanadı Kıbrıs Adası’nın tamamen ele geçirilmesi yolunda “fetihçi önerilerde” bulunmuştur. İlginçtir ki, düşmanın Bizans yani Rum olduğu kostümlü avantür filmler, Kıbrıs sorununun başlangıcı ve soruna müdahale edemeyişimizin tarihi olan 1964 yılında furya olarak başlamış ve Kıbrıs müdahalesinin gerçekleştiği 1974’e kadar yükselmiş ve bu tarihten sonra da hızla yok olmuştur[64]. 1970’li yıllarda çekilen fantastik yapıdaki filmlerde duygusal bir yaklaşımla özgüven pompalanmıştır. 1990’lı yılların sonlarında ise Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girme çabası nedeniyle bu özgüvenin yerini abartılı bir özeleştiri almıştır.





[1] Özlem Gürsoy, Türk Sinemasının Tarihe Bakışı ve Türk Tarihinin Temsili, Yeditepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Radyo-TV ve Sinema Yüksek Lisans Programı, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 2005, s. 9.
[2] Murat Tırpan, Sinema ve İdeoloji Türk Sinemasında Politik Filmler, Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Radyo-TV ve Sinema Ana Bilim Dalı, Yüksek lisans Tezi, İzmir 2004, s. 79.
[3] Atilla Dorsay, Sinema ve Çağımız, Remzi Kitabevi, İstanbul 2000, s. 171.
[4] Senem Ayşe Duruel, Sinema Tarih İlişkileri ve Türk Sinemasında Tarihe Bakış, Mimar Sinan Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sinema-TV Ana Sanat Dalı Sinema-TV Programı, Sanatta Yeterlilik Tezi, İstanbul 2002, s. 6.
[5] Fatma Acun, “Yakın Dönem Tarihi Metodolojisi”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, S.42, (Kasım 1998), s. 719.
[6] Fatma Okumuş, Sinema Tarihyazımına Farklı Bakmak ve Türk Sineması Tarihyazımı İçin Yöntem Arayışı, Eskişehir Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, Eskişehir 2010, s. 23.
[7] Okumuş, a.g.t., s. 24.
[8] Seray Genç, Toplumsal Tarih Anlatımı ve Sinema, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İletişim Bilimleri Ana Bilim Dalı Radyo TV Bilim Dalı, Doktora Tezi, İstanbul 2010, s. 76.
[9] Marc Ferro, Sinema ve Tarih, Kesit Yayıncılık, İstanbul 1995, s. 28-32.
[10] Ferro, a.g.e., s. 119.
[11] Gürsoy, a.g.t., s. 27.
[12] Tırpan, a.g.t., s. 14.
[13] Tırpan, a.g.t., s. 52.
[15] Duruel, a.g.t., s. 2, 3.
[16] Duruel, a.g.t., s. 3.
[17] Duruel, a.g.t., s. 3.
[18] Dorsay, a.g.e., s. 174.
[19] Erhan Yılmaz, 1968 ve Sinema, Kitle Yayınları, Ankara 1997, s. 10.
[20] Louis Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, çev. Yusuf Alp, Mahmut Özışık, Birikim Yayınları, İstanbul 1978, s. 60.
[21] Emin Alper, “Tarih ve Sinema İlişkisi Üzerine”, Tarih ve Toplum, XXXVIII/227, (2002), s. 5.
[22] Tırpan, a.g.t., s. 59.
[23] Güvenç, a.g.e., s. 7.
[24] Güvenç, a.g.e., s. 6.
[25] Bostancı, a.g.e., s. 53-54.
[26] Güvenç, a.g.e., s. 4.
[27] Dorsay, a.g.e., s. 174.
[28] Yalçın Lüleli, Sinema ve Din: Türk Sineması Örneği, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İlahiyat Anabilim Dalı Din Psikolojisi Bilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 2007, s. 25.
[29] Burçak Evren, “Yeşilçam ve İnanç Sineması”, Antrakt, S. 72 (Eylül 2003), s. 13.
[30] Mahmut Tali Öngören, Sinemada Kadın ve Cinsellik Sömürüsü, Dayanışma Yayınları, Ankara 1982, s. 70.
[31] Lüleli, a.g.t., s. 26.
[32] Agâh Özgüç, Türlerle Türk Sineması, (Dönemler, Modalar, Tiplemeler), Dünya Kitapları, İstanbul 2005, s. 187.
[33] Nijat Özön, Sinema Sanatına Giriş, Agora Kitaplığı, İstanbul 2008, s. 211, 212.
[34] Nijat Özön, Karagözden Sinemaya Türk Sineması ve Sorunları, II, Kitle Yayınları, Ankara 1995, s. 230.
[35] Özön, a.g.e., 1995, s. 232.
[36] Özden Candemir, Türk Sinemasında Dinî Filmler, Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Eskişehir 1986, s. 19.
[37] Hilmi Maktav, Kur’an’dan Kurama İslâmî Sinema, Modern Türkiye‘de Siyasi Düşünce –İslâmcılık- VI, İletişim Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 2005, s. 991.
[38] İbrahim Yenen, Toplumsal Tezahürleri Bağlamında Türk Sinemasında Din Dindarlık ve Din Adamı Olgusu, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe ve Din Bilimleri (Din Sosyolojisi) Anabilim Dalı, Doktora Tezi, Ankara 2011, s. 55.
[39] Evren, a.g.m., s. 12, 13.
[40] Hayrunisa Tunç, 2000 Sonrası Türk Sinemasında Değişen Din-Toplum Algısı, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Felsefe ve Din Bilimleri Anabilim Dalı Din Sosyolojisi Bilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 2013, s. 31.
[41] Hayrunisa Tunç, 2000 Sonrası Türk Sinemasında Değişen Din-Toplum Algısı, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Felsefe ve Din Bilimleri Anabilim Dalı Din Sosyolojisi Bilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 2013, s. 31.
[42] Salih Diriklik, Fleşbek- Türk Sinema- TV’sinde İslâmî Endişeler ve Çizgi Dışı Oluşumlar, I, Söğüt Ofset, İstanbul 1995, s. 29.
[43] Birgül Aslanoğlu, 41 Türk Filminde Folklorik Unsurlar, Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı Türk Halk Edebiyatı Bilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Konya 2004, s. 166-169.
[44] Yenen, a.g.t., s. 56.
[45] Yenen, a.g.t., s. 57.
[46] Ali A. Aksöz, Türk Sineması ve Milliyetçilik, Yeditepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Antropoloji Bölümü Mezuniyet Tezi, İstanbul 2008, s. 57.
[47] Gürsoy, a.g.t., s. 46.
[48] Duruel, a.g.t., s. 129.
[49] Lüleli, a.g.t., s. 2.
[50] Lüleli, a.g.t., s. 48.
[51] Scognamillo-Demirhan, a.g.e., s. 141.
[52] Haşim Demirtaş, Türk Sinemasında 1960-1980 Yılları Arasında Çizgi Roman Uyarlaması Fantastik Filmlerde Erkek Kahraman Temsili, Eskişehir Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sinema ve Televizyon Ana Bilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Eskişehir 2014, s. 44.
[53] Neslihan Şeref Akpınar, Türk Sinemasında Kahraman Miti, Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü Sinema ve Televizyon Anasanat Dalı, Sanatta Yeterlilik Tezi, İstanbul 2014, s. 35.
[54] Akpınar, a.g.t., s. 35.
[55] Gürsoy, a.g.t., s. 33.
[56] Duruel, a.g.t., s. 138.
[57] Duruel, a.g.t., s. 142.
[58] Scognamillo-Demirhan, a.g.e., s. 173.
[59] Duruel, a.g.t., s. 146.
[60] Agâh Özgüç, Türk Sineması Sansür Dosyası, Koza Yayınları, İstanbul 1976, s. 115.
[61] Özgüç, a.g.e., 2005, s. 30.
[62] Özgüç, a.g.e., s. 34.
[63] Duruel, a.g.t., s. 202.
[64] Yıldırım, a.g.t., s. 53.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar