Dünya Barışı'na
5 Nisan 1795’de, Basel’de, devrimci Fransa Cumhuriyeti ile monarşik
Prusya Devleti arasında bir barış antlaşması imzalanır. Aynı yıl, Kant bu
sözleşmenin ona verdiği umutla ünlü eseri Ebedi Barış’ı yayınlar. 23 Ağustos
1939’da ise, Moskova’da, bu kez Nazi Almanyası ile Sovyetler Birliği arasında
bir Saldırmazlık Paktı imzalanır. Yaklaşık bir yıl sonra, Walter Benjamin bu
birliğin onda yarattığı hayal kırıklığının da etkisiyle Tarih Kavramı Üzerine’yi
kaleme alır. Söz konusu iki eserde, Kant’ın olumlu Benjamin’in ise olumsuz bir
örnekten hareketle ortaya koyduğu düşünceler aslında aynı amaçta birleşir:
Şiddete son verecek bir barışın imkânını göstermek. Merak ettiğim iki şey: Kant ve Benjamin’in fikirleri bağlamında düşünce
tarihine içkin olan etkileşimlerden birine dikkat çekmek; ikincisi ise, eski
filozofların görüşlerini hatırlayarak, günümüzdeki şiddet fenomenini anlamak ve
değerlendirmek için felsefe tarihinden bir katalizör olarak yararlanmaktır. Kant’ı dünya düzeyinde bir barış durumunun koşulları hakkında
düşünmeye sevk eden Basel Barış Antlaşmasıdır. Bu antlaşma imzalandığı
dönem açısından, sadece iki devlet arasında yapılan konjonktürel bir sözleşmeyi
ifade etmez, aynı zamanda dünya kamuoyuna bir örnek teşkil eder. Bu
sözleşmeyle birlikte dünya, eski büyük monarşilerden birinin devrimci bir
cumhuriyeti tanıdığına, daha da önemlisi onun özgürlük ve eşitlik gibi ilkelerini
hukuksal düzlemde kabul ettiğine tanıklık eder. Kant da söz konusu kamuoyunun
bir üyesidir ve onun gözünde Basel Antlaşması, evrensel barışın tarihsel
koşullarının gerçeklik kazanmaya başladığının göstergesidir. Nitekim dünya
barışının koşullarını sıralayan Ebedi Barış, işte bu temel düşünceden hareketle,
Devrim’in özgürlük, eşitlik ve bağımsızlık gibi ilkelerini uluslararası ilişkilerin
de zeminine yerleştirmeye, bu ilkelerde somutlaşan “insan haklarını gelecekteki
her politika tarafından kabul edilen temeller” haline getirmeye çalışır. Kant, Ebedi Barış’ta, insan haklarına dayalı uluslararası bir barış
durumunun imkânı üzerine düşünmekle, aynı zamanda geleneksel politika
felsefesinin hedefini bir adım öteye taşır. Bilindiği üzere, Antik Çağdan itibaren
politik düşünme geleneğinde, politikanın temel işlevinin, şiddete karşı sözü tesis
etmek olduğu kabul edilmiş; barışın koşulları üzerinde düşünmek filozofun temel
görevi ve sorumluluğu olarak görülmüştü. Antikler kadar modern filozofların da
paylaştığı bu temel yönlendirici düşünce uyarınca, savaş ancak dış tehdide karşı
iç barışı tesis etmek ve korumak adına meşru olabilirdi. Ama ilk kez Kant ile
birlikte, sadece iç barışın imkânı üzerine değil, aynı zamanda devletler arasında,
yani uluslararası düzlemde, barışı tesis etmenin imkânı üzerine düşünceler teorik
bir dayanak bulur. Böylece, Kant, insan haklarını devletlerin “insan haklarına” dönüştürerek uluslararası ilişkilerde de barış durumunun koşullarını
temellendirmeye çalışır.
Benjamin’in de Tarih Kavramı Üzerine’de temel amacı, dünya çapında
yaşanan şiddete son verecek koşulları ortaya koymaktır. Eserin yazılmasına
vesile olan en önemli faktör, Naziler ile
Sovyetler Birliği arasında imzalanan Saldırmazlık Paktı ve onun yarattığı
sonuçlardır. Tarih, bu kez sistematik şiddet uygulayan faşist Nazi Almanyası ile
kendini tüm insanlığın son amacı olarak takdim eden komünist Sovyetler Birliği
arasındaki işbirliğine sahne olur. Bu işbirliği, Avrupa’da, özellikle sol kesimde,
büyük bir şaşkınlık yaratır; Marksist çevrelerce komünist ideale yapılan büyük
bir ihanet olarak değerlendirilir. Böylece Benjamin, tamamen olumsuz bir
örnekten hareketle, Tarih Kavramı Üzerine’de tarihçinin (Benjamin’in
terminolojisiyle tarihsel materyalistin) görevini yeniden formüle eder. Bu
formülasyon dolayımıyla filozof, şiddete, bu defa tüm dünyayı tehdit eden faşist
şiddet’e karşı çıkmanın koşulları üzerinde bir kez daha düşünür.
O halde, açıktır ki, Kant ile Benjamin düşüncelerini tarihsel örneklerden
hareketle geliştirmeleri ve bu yolla şiddete son verecek koşullar üzerine
düşünmeleri bakımından aynı çizgide buluşurlar. Ancak iki filozof arasındaki
benzerlik sadece bundan ibaret değildir. Onlar, yaşadıkları deneyimlerini belli bir
bağlam içine yerleştirebilmek ve deneyimledikleri tarihsel olguları etik ve politik
bir takım ilkelerle ilişkilendirebilmek için belli bir tarih ve tarih yazımı anlayışı
geliştirmeleri bakımından da aynı noktada yer alırlar. Kant, Ebedi Barış’ın satır aralarına gizlediği, ama Fakülteler
Çatışması’nın II. Bölümünde açıkça ifade ettiği bir tarih anlayışı geliştirir ve bu
anlayış, Langthaler ve Honneth’in gösterdiği gibi, Benjamin’in Tarih Kavramı
Üzerine’de formüle ettiği tarih tasarımı ile ciddi benzerlikler taşır. Fakülteler
Çatışması’na Kant, öncellikle kehanetçi tarih anlayışını eleştirmekle başlar. Ona
göre, geçmişteki kötü olaylara bakarak, gelecekte daha şiddetli bir ahlaki
çöküntünün, kültürel ve politik yozlaşmanın insanlığı beklediği yönündeki bütün
iddialar kehanetçi bir yaklaşımın ürünüdür. Kant, bu tür kehanetlerin kendini
gerçekleştiren kehanetler olabileceğini düşünür ve onların aslında mevcut
durumu korumak adına, ideolojik birer bastırma mekanizması olarak iş
gördüklerini ima eder.
Bu tür tarih anlayışını ve ona eşlik eden tarih yazıcılığını eleştirirken
Kant, Benjamin’in daha sonra Tarih Kavramı Üzerine’de iddia ettiği gibi, tarihte
meydana gelen her şeyin “yorumcunun dehşete kapılmadan üzerinde
düşünemeyeceği tek bir kaynağı” olduğunu ileri sürer. Bu tarih ezilenlerin
tarihidir ve onu şekillendiren kaynak, Benjamin’in kelimesiyle söylersek,
“galip” in uyguladığı şiddet ve ona içkin olan zulümdür. Elbette ki Kant, “galip”
kelimesini kullanmaz, bunun yerine “efendiler” kelimesini tercih eder.
Dolayısıyla, Kant, kendi “şimdisi”ne kadar devam eden tarihsel süreci, efendinin
(galibin) amaçlarının gerçekleşmesi ve onun tarafından uygulanan şiddetin tarihi
olarak görür. Tarihin enkaz üzerine enkaz biriktiren tek bir katastrofiden ibaret
olduğunu söyleyen Benjamin’den önce Kant, insan soyuna karşı işlenen
suçların “dağ kadar biriktiğini” söyler ve “şimdi\artık duyarlı insanların” bu
tarihsel veriye bakarak insanlığın tarih boyunca aynı acıyı yaşadığını görüp bu
büyük “yangından sonra yenilenmiş bir dünya” yaratabileceklerini iddia eder.
Böylece, tıpkı Benjamin gibi, Kant da, bu tarihsel durumu\veriyi saptamakla
yetinmez; “empirik” bir tarih anlayışı yerine “eleştirel bir tarih anlayışı”nın gerekliliğine vurgu yaparak, ”bir tarihçinin ya da geçmişin büyük bir yangın
felaketinden ibaret bir geçmiş olduğunun bilincine varan birisinin, bu haksızlığı
gidermeye çalışacağını, geçmişin bedeli ödenmeyen haksızlıkları üzerinde düşünmeye başlayacağını iddia eder. Kant, bu haksızlığı telafi etme arzumuzun
daha iyiye doğru ilerleme gücümüzü harekete geçireceğini düşünerek, zulüm ve
acının yığılması olan tarihi, barışın tarihine döndürmeyi, başka bir deyişle
geçmişi şimdide, dolayısıyla gelecekte tersine çevirmeyi hedefler. Benjamin ise,
bunu “tarihin havını tersine taramak” olarak formüle eder. Bu tersine çevirme
teşebbüsünün hedefi, tarihi efendinin\galibin elinden kurtarmak, onun tarih
boyunca uyguladığı baskı ve şiddeti telafi etmek, yani şiddetin tarihinden ibaret
olan geçmişin bedelini ödemektir. Kant’ın Fakülteler
Çatışması’nda formüle ettiği tarih anlayışı ile Benjamin’in Tarih Kavramı
Üzerine’deki tarih anlayışı, sadece tarihe ilişkin yaklaşımları bakımından değil,
aynı zamanda tarih yazımından bekledikleri şey bakımından da aynı noktada
birleşir: Şiddetin tarihini, barışın tarihine çevirmek. Fakat onlar, Honneth’in de
belirttiği gibi, bu amaca erişmek için önerdikleri yol bakımından farklı noktada
yer alırlar. Başka deyişle, aynı amacı paylaşmaları bakımından ortak
olmalarına rağmen, bu amaca götürecek metodolojik araçlar konusunda farklı
düşünürler. Benjamin, katastrofik bir tarih anlayışından hareketle büyüsel bir
hafızayı temel metodolojik araç olarak görürken, Kant, varsayımsal bir ilerleme
anlayışından hareketle genetik olan ve öğrenme sürecine dayanan bir hatırlamayı
öne çıkarır. Benjamin, Tarih Kavramı Üzerine’de tarihe rasyonel bir amaç atfeden
tarih anlayışlarına karşı çıkar. Ona göre, bu tip tarih anlayışı, bütün türleri ve
biçimleri dahilinde, geleceği kendisine temel referans noktası olarak alır. Oysa
Benjamin için tarihçinin esas görevi, öncelikle geçmişe yönelmek, geçmişi
kurtarmaktır. O, geleceğin, ancak, geçmişteki haksızlıklar telafi edildiği takdirde
daha iyi bir gelecek olabileceğini düşünür. Dolayısıyla, Benjamin için tarih
rasyonel bir hedef taşımadığı gibi homojen de değildir, tam tersine geçmiş
parçalıdır ve bu parçalanmanın nedeni bütün bir tarihe içkin olan aynı
katastrofidir. O halde, yapılması gereken şey, geçmişin parçaları arasında
bağlantı kurmaktır. Tarihsel materyalistin (dolayısıyla devrimci bir tarihçinin)
görevi, bu bağlantıları kurarak kurtuluşun imkânını göstermektir. Bu ise,
hatırlama yetisiyle mümkün olur. Hatırlama, eleştirel bir pozisyona yerleşmemizi
mümkün kılarak geçmişin özneleriyle iletişime geçmemizi sağlar. Bunun
temelinde yatan şey de, benzerlikler ve tekabüliyetler vasıtasıyla büyüsel olarak
harekete geçen bir hafızadır. Benjamin, bu tür iletişimin, “tehlike anında aniden parlayan bir hatıra” olarak açığa çıkacağını düşünür. Böylece büyük şiddet olaylarında, benzer
yaşantılar “ani bir hatırlama” olarak açığa çıkabilir ve bu benzerlikleri kavrayan
bir bilinç geçmişle kurtarıcı bir ilişkiye girebilir. Bu aslında bir farkındalık
anı’dır ve geçmişteki benzer yaşantılar bu yolla şimdiki an’a bağlanmış olur.
Tam da bu anda geçmiş, şimdi ve gelecek bir araya gelir ve geçmiş’le şimdi’de
kurulan ilişki, geleceğe doğru kurtarıcı bir işlev kazanır. Bu benzerlikler
tasarımına dayalı büyüsel hatırlama anlayışıyla Benjamin, tarihin havını tersine
döndürmenin mümkün olabileceğini, geçmiş ile şimdi arasındaki benzerliklerin
bilincine varmış bir tarihçinin de zulüm görenin bakış açısından tarih
yazabileceğini düşünür.
Aslında Kant da, tıpkı Benjamin gibi, tarihin kaotik ve parçalı olduğunu
kabul eder, ama buna rağmen, tarihi sanki rasyonel bir amaca doğru hareket eden
bir ilerlemeymiş gibi yapılandırmayı tercih eder. Bu tip bir ilerlemeci tarih
anlayışıyla o, aynı zamanda “terörist” tasarım olarak adlandırdığı kehanetçi
tarih tasarımına karşı çıkar. Terörist tasarım, en
genel anlamda, insanda ahlaki ve politik açıdan bir ilerleme olmadığını iddia
eden tarih felsefeleridir.
Kant, kendi çağdaşı ve Alman Yahudi Aydınlanmasının en önemli
temsilcilerinden biri olan Moses Mendelssohn’u terörist-kehanetçi tarih
anlayışının takipçisi olarak görür. Nitekim Kant, Yaygın Bir Söz Üstüne’de,
tarihte hiçbir ilerleme olmadığını, insanlığın sürekli olarak gerilediğini iddia
eden Mendolssohn’a karşı şu eleştiride bulunur: “Mendelssohn kendi mensubu
olduğu Yahudi halkının aydınlanması ve mutluluğu adına … çabalarken”,
aslında, tarihte bir ilerleme olduğu “fikrine bel bağlar”. Bu noktada Kant,
Honneth’in de belirttiği gibi, Aydınlanma sürecine katkıda bulunmak isteyen
birinin, ilerlemeci bir tarih anlayışını kabul etmesi gerektiğini vurgular. Buna
göre Aydınlanmaya katkıda bulunmak isteyen bir öznenin önündeki tek alternatif
şudur: Önceki tarihsel süreci bir iyinin adım adım gerçekleşmesi olarak
yorumlamak ve geleceğin daha iyiye doğru bir ilerleme olduğunu varsaymak.
Şimdi, bu varsayımsal tarih tasarımı bağlamında, Kant’ın temel referans
noktası kolektif özne, yani kamudur. Kant’a göre, tarihi bir ilerleme olarak
yorumlayabilmemizin meşru dayanağı ya da tarihsel ilerlemenin kanıtı, tarihsel
değişim süreçlerine onay verenlerdir. O, ilerlemenin işaretinin bu onayda açığa
çıktığını düşünür. Söz konusu tarihsel değişim süreçlerinin örnekleri, Basel Barış Antlaşması (bu antlaşmaya yönelik bizzat Kant’ın kamusal bir özne olarak kendi
onayı), II. Frederick döneminde yaşanan demokratik gelişmeler ve nihayet
Fakülteler Çatışması’nda incelendiği gibi Fransız Devrimidir. Kant, bu devrime
onay veren kamu’nun, tarihi, artık, anlamsız ve kaotik bir süreç olarak, yani
zulmün sonsuz tekrarı, benzerliklerin sürekli yinelenmesi olarak değil, tam
tersine ahlaki ve politik bir ilerleme olarak gördüğünü iddia eder.
Kant, Fakülteler Çatışması’nda kamu’nun tarihsel olaylara verdiği bu tür
tepkiler üzerinde yoğunlaşarak, insanın tarihsel öğrenme sürecini tarihsel
ilerlemenin aracı olarak sunar. Nitekim Pragmatik Açıdan Antropoloji adlı
eserinde Kant, doğal koşulların insanda genetik bir öğrenme mekanizması
oluşturduğunu söyler ve “tarihi, bir öğrenme süreci” olarak betimler. Buna
göre, her çocuk, ona depolanmış bilgileri veren bir sosyalizasyon koşulları
altında dünyaya gelir. Yani bu bilgi deposunu o, aile yaşantısı, eğitim ve kültür
yoluyla kazanır. Kant, gayet haklı olarak söz konusu deponun nesilden nesile
aktarılırken, her neslin kendi deneyimleriyle zenginleştiğini iddia eder.
Dolayısıyla, tarihsel deneyimlerin kültür ve kültürel kurumlar üzerinde yaratığı
bütün etkiler, nesilden nesile gelişerek aktarılır ve bu aktarım ortak bir hafızanın
yaratılmasına hizmet eder.
Elbette ki, Kant, tarihsel ilerlemeyi sadece böyle bir öğrenme, aktarma ve
zenginleştirme sürecine dayanarak açıklayamazdı; çünkü o, belli güçlerin ve
iktidar yapılarının bu sürecin önünde bir engel teşkil ettiğinin farkındaydı.
Bunlar, genel olarak kategorize edersek, alışkanlık haline gelmiş arzular ve de
efendiler tarafından uygulanan örtük şiddettir diyebiliriz. Bu noktada Kant
despotik-paternalist yönetimlere gönderme yapar. Bu tür yönetimler insanların
arzularını ve tutkularını karşılayıp, onları manipüle ederek, söz konusu öğrenme
sürecine ket vururlar. Bu süreci daha ileri dereceden engellemek için
efendilerin kullandığı öteki araçlar ise, korkutma, baskı, tehdit ve sansür gibi
insanların kavrayış güçlerini çarpıtan iktidar araçlarıdır.
Şimdi, bu engellerden kurtulmanın bir yolu da, toplumsal hafızada yer
bırakmış olayları hatırlamaktır. Hatıranın, genetik olarak ortak olan bir öğrenme
süreciyle ve bu sürece katkıda bulunan “duyarlı” tarihçilerin eserleriyle nesilden
nesile aktarılması mümkündür. Böylece özneler, geçmişte özgürlük ve eşitlik Burada Kant’ın tarihsel ilerlemeyi, kamusal ve politik özne’nin özbilincine
dayandırması, özellikle Dünya Vatandaşlığı Niyetine Sahip Genel Bir Tarih İdesi’nde
geliştirdiği ve Teori ve Pratik’de yine bir varsayım olarak sunduğu “doğanın niyeti” veya
“Kayra” teorisinden, başka bir deyişle, gizli el teorisinden tamamen farklıdır. Kant ve Benjamin’de Şiddetin Tarihi ve Hatırlama
gibi ideallerin somutluk kazandığı tarihsel olayları hatırlayarak, Kant’ın
Fakülteler Çatışması’ndaki kelimeleriyle söylersek “uygun koşullar
oluştuğundan (…) bu tarz yeni bir deneyime yeniden girişmenin yollarını” tekrar
tekrar bulacaklardır.
Sonuç olarak, Kant ve Benjamin şiddete veya barışa taraf olmak ile tarih
tasarımlarımız arasındaki ilişkiyi ortaya koymuşlar; şiddete karşı durmanın belli
bir tarih ve tarih yazımı anlayışına bağlı olduğunu göstermişlerdir. Tarih, tarih
yazımı ve hatırlama yetisi arasındaki ilişki bağlamında da - her ne kadar
hatırlamayı harekete geçiren metodolojik araçların niteliği bakımından ayrışsalar
da hatırlamaya barışçıl ve adil bir geleceğin kurulmasında politik bir işlev
yüklemişlerdir. Buna göre, hem Kant hem de Benjamin, insanı, kendi tarihsel
konumuna ilişkin öz-bilinç geliştirme gücüne sahip tarihsel bir varlık olarak
görmüş; modern çağda yaşayan bu varlığın bizzat bu çağda yaşıyor olmaktan
doğan etik ve politik sorumluluklarını kavrayabilme yeteneğinde olduğunu
düşünmüşlerdir.
Söz konusu sorumluluklar, günümüzde de kendisini acil bir gereklilik
olarak sunan dünya barışına işaret etmektedir.
Kaynak olarak Hakan Çörekçioğlu'nun çalışmları ile Kant ve Benjamin'in Şiddetin tarihi ile ilgili çalışmları kullanılmıştır.
Yorumlar
Yorum Gönder